
Sevgili Oğuzhan Metintaş, 1989 yılı Ekim’inin 30’unda dünyaya, bizim de gönlümüze doğdu. Aylar geçti göz göze gelemedik. Ne gece ne gündüz uyumayı beceremezdi bize de gece ile gündüz farkını kaldırttı. Hiç unutulur mu? Ankara’dan Eskişehir’e bir tren seyahati. Tam üç saat kırkbeş dakika, vagon kapı aralığında annesi ile ben bir battaniyenin iki ucundan tutarak onu sallamıştık; aralıksız. Bir Perşembe günü, Ankara Kuğulu Park’ta, tabure üstünde, bir mükemmel hekim, pediatrik nörolog hocanın “o, hepimizin misafiri” sözünü Oğuzhan’ı bağrımıza basıp, yanaklarına düşen göz yaşlarımızı koklayarak kabullenmeye çalışıyorduk. Ve, kabullendik!
Kabullenince zorluklar önünüzde büyümüyor, ancak nedenlere de cevap vermiyor.
Anne – baba, dedeler, nineler birlikte Oğuzhan ile yaşama gayreti başladı. Hele bir dede bir dede! Ne emek verdi? Ben de ona “Oğuzhan” diyememeye başladım, sadece “Oğuz” çıkıyordu ağzımdan.
Oğuz ile yaşamak; sadece çalışmak sadece çalışmak; tatil yapmadan, gezmeden, dolaşmadan, sefa bilmeden okumak, yazmak ve düşünmek. Buna “hayatı çalışmak olarak bilmek böylece hayata sahip olmak” diyebilirsiniz.
Öğretim üyesi olma gereği dışarıyı görüyoruz; İsveç, Almanya, Hollanda, ABD, pek çok coğrafya. Ülkemize her dönüşte oralarda zihin engellilere yapılanları tartışıyoruz; tartışma düşünmeye, düşünme tartışılanları hayata geçirmeye başlıyor: Bir dernek, sonra bir vakıf, arada bir işletme, bir eğitim merkezi: SOMET doğuyor!
SOMET: Sevgili Oğuzhan Metintaş
SOMET yürüdükçe ve büyüdükçe Oğuz’un da hakikati gönlümüzden aklımıza akıyor; Oğuz, diğer her insan gibi bir manâ kazanıyor.
Oğuz’un hakikâti de SOMET imiş!
SOMET, zihin engelliler ve onlara bakanlardan yana, onlarla bütünleşerek güçlenip, büyüyüp, yayıldıkça Oğuz da güçleniyor, büyüyüp, yayılıyor.
Sevgili Oğuz, iyi ki varsın, iyi ki bizim çocuğumuz oldun, iyi ki bize verildin. Seninle insanı bildik, insanı tanıdık, insan olduk; ortaya da bir SOMET çıktı. Sen de yeniden Oğuzhan oldun.